Eşini kaybeden bir adam, eşinin mezarına bıraktığı çiçeklerin kaybolduğunu fark etti: Bir kamera kurdu ve gördükleri karşısında dehşete düştü.
Victor’un karısını kaybetmesinin üzerinden altı ay geçmişti. Hâlâ iki kişilik sofrayı kuruyor, hâlâ ona günün haberlerini vermek isterken buluyordu kendini. Her Pazar, en sevdiği kırmızı güllerle mezarlığa gidiyordu. Buketi yere bırakıp sessizce, “Sensiz yaşamayı hiç öğrenemediğim için beni affet…” diyordu.
Ama bir gün fark etti: Ertesi hafta çiçek yoktu. Ne taç yaprakları, ne de saplar; sanki biri onları olduğu gibi almış gibiydi. Sonraki hafta – yine. Üçüncü hafta – yine.
Bekçi sadece omuz silkti:
“Kim bilir? Belki serserilerdir ya da ergenlerdir.”

Sonra Victor bir kamera kurdu. Küçük bir kamera, bir taşın altına. O akşam görüntüleri izlediğinde yüreği sızladı.
Sekiz yaşlarında bir kız çocuğu mezara yaklaştı. Kız buketi dikkatlice alıp kaçtı.
Ertesi hafta Victor onu kendisi beklemeye karar verdi. Ve işte oradaydı – gri bir paltoyla, atkuyruklarıyla, yandaki mezarın başında duruyordu. Çocuğun adının yazılı olduğu küçük bir levha var.
“Küçük kız, çiçeklerimi mi alıyorsun?” diye sordu usulca.

Kız başını salladı, korkmuştu.
“Affet beni Amca… Burada küçük bir erkek kardeşim var. Annem ağlıyor ama çiçek alacak paramız yok. Ve çiçekler olmadan gömülmesini istemiyorum. Güzel anıttaki teyzenin alınmayacağını düşündüm…”
Victor öylece kalakaldı. Sonra diz çöküp kıza sarıldı.
O zamandan beri her pazar iki buket getiriyor: biri karısına, biri de oğluna. Kız da onu kapıda bekliyor.
Bazen başkasının acısı kendi acını iyileştirmeye yardımcı olur.