Yavrular gözlerini çocuğa dikmiş, ebeveynlerinin dikkatini çekiyorlardı. Babanın gerçekte neler olduğunu anlamasını sağlayan tek şey bu hareketti…

Doğum sırasında sevgili köpeklerini kaybeden ve bir mucizeyle karşılaşan bir ailenin hikayesi: Hayatta kalan üç yavru, yeni doğan yavruyu kardeşleriyle karıştırıp, nefes almayı bıraktığında hayatını kurtarmışlardı.

Ev her zamankinden daha sessizdi. Ocakta bir kase sesi, yerde pati sesi, koltukta Bella’nın iç çekişi yoktu. Bir ay önce, tek köpekleri doğum yapmış ve bir daha geri dönmemişti. Nazik, şefkatli, çocukları tek bir bakışla teselli eden köpek, veterinerin masasında can verdi ve geride üç küçük, gıcırdayan yavru bıraktı: altın rengi, gri-beyaz ve en küçüğü siyah-kahverengi, hayata zar zor tutunuyordu.

Veteriner o korkunç sözleri söylerken Elena yere yığıldı. Mark otoparka koştu, arabanın kapısını çarptı ve haykırdığı her şeyi gökyüzüne haykırdı. İki çocukları, boşluğa uzanarak Bella’yı çağırdı. Bella gitmişti. Yavrular hasır bir sepet içinde eve getirildi. Ağlamalar. Sessizlik. Şok.

Bir hafta sonra ev yine ağlama sesleriyle doldu. Ama bu sefer farklıydı. Bir oğul doğdu; sanki sütlü ışıktan şekillenmiş gibi minicikti. Doğumu bir kayıpla aynı zamana denk geldi ve hayatın kendisi acımasız bir alay konusu gibiydi. Ama bebek, yavruların uyuduğu sepetin yanına konduğunda garip bir şey oldu: Yavrular kuyruklarını salladılar, hareket etmeye başladılar ve bebeğe doğru süründüler. Sanki onu tanıyormuş gibi burunlarını battaniyeye sürterek ciyakladılar. Çocuk uzanıp onlara dokundu. O andan itibaren birbirlerinden ayrılamaz oldular.

Yavrular onu kabullendiler. Bir kardeş. Bir sürü. Ağladığında sızlanırlardı. Güldüğünde, gri-beyaz olan odada koşturarak oyuncakları devirirdi. Beşiğe kuru mama getirip burunlarıyla iterlerdi. Bazen de içine bir bez sürüklerlerdi. Biri çekiştiriyor, ikincisi havlıyor. Üçüncüsü beşiğe atlayıp bebeği vücuduyla ısıtıyor.

“Gerçekten de kardeşleri olduğunu düşünüyorlar,” dedi Mark.

Elena, en küçük olanın bebeğin kulağını yaladığını izledi.

“Bella da aynısını yapardı.”

“Başlama,” diye sessizce yanıtladı.

“Gitmedi,” diye fısıldadı Elena. “Burada. Onların içinde.”

Geceleri üçlü, beşiğin yanında gardiyanlar gibi uyuyordu. Sabahleyin, Elena bebeği dışarı taşırken uluyarak bebek arabasına eşlik ediyorlardı. Siyah ve ten rengi her zaman beşiğe tırmanır ve herkesten daha sıkı tutunurdu.

Fırtına aniden koptu. Ev gürültüyle sallanıyordu. Elena çamaşırları katlarken garip bir şey fark etti: çok sessizdi. Arkasını döndü ve üşüdü. Çocuk hareketsiz yatıyordu. Yüzü bembeyaz, dudakları morarmıştı.

“Mark!” diye bağırdı.

Mark içeri koştu ve donakaldı. Ama yavrular önce oraya vardı. Altın renkli olan beşiğe koştu, patileriyle battaniyeyi tırmaladı. Gri ve beyaz olan daireler çizerek koştu, dişleriyle bezi yakaladı. Sonra bir mama çıkarıp bebeğin göğsüne koydu ve burnuyla itti. Siyah ve ten rengi yavru beşiğe atladı ve sanki onu hayata geri çağırıyormuş gibi çığlık atarak bebeğin yüzünü umutsuzca yalamaya başladı.

“Nefes al! Lütfen nefes al!” diye hıçkırdı Elena. “Onu benden alma!”

Mark titreyen parmaklarıyla numarayı çevirdi:

“Oğlumuz nefes almıyor! Acil!”

Yavrular pes etmedi. Gri beyaz olan yine yumuşak bir şey getirip bebeğe bastırdı. Altın renkli olan Elena’nın bacağına yapışarak uludu. Küçük olan bebeği kucakladı, ısıttı, boynunu yaladı. Ve sonra – parmaklarını hafifçe hareket ettirdi. Elena çığlık attı.

Ambulans sireni ikinci bir nefes gibi uludu. Sağlık görevlileri içeri daldı ve oksijen tüpünü açtı. Yavrular çırpınıyor, sızlanıyor, bebeğe ulaşmaya çalışıyorlardı. Mark onları zar zor tutabiliyordu.

“Onu kardeşleri sanıyorlar…” diye fısıldadı.

Hastane. Makineler. Bip sesleri. Doktor bir saat sonra çıktı.

“Nefes almayı bıraktı. Ama vücut ısısı henüz düşmemişti. Yanında hareket eden bir şey onu ısıtıyordu. Onu kurtaran da buydu.”

Elena ve Mark bakıştılar. Söze gerek yoktu.

Daha sonra, evde, çocuk beşiğinde uyuyordu, yüzü tekrar kızarıyordu. Yavrular yan yana, küçük, canlı bir kale gibi birbirlerine sokulmuş yatıyorlardı.

Elena başlarını okşadı:

“Onu kurtardın. Oğlumu kurtardın.”

Mark diz çöküp en küçüğüne dokundu.

“Bella’yı kendim gömdüm. Gittiği güne lanet ettim. Ama gitmedi… İçinizde yaşıyor. Onun için.”

O gece ev yine sessizliğe büründü. Ama bu sefer acıyla değil. Huzurla. Çocuk, gece lambasının ışığında, üç küçük koruyucunun arasında uyuyordu. Yabancılar için onlar sadece yavrulardı. Bu aile içinse kardeşler, koruyucular, kaybettikleri ailenin son sevgi kırıntısıydılar.

Çocuk uykusunda kıpırdandığında, üç yavru yaklaştı. Sanki fısıldıyor gibiydiler:

“Seni bırakmayacağız.”

Yavrular gerçekten bir çocuğu sürülerinin bir parçası olarak görebilir mi? Hikayelerinizi ve düşüncelerinizi paylaşın!

Like this post? Please share to your friends: